İyileştirme miti olarak bir ameliyat hikayesi

Geçen cuma günü Adnan Menderes Üniversitesi Hastanesi'nde ameliyat oldum, pazartesi günü de fiziksel olarak taburcu olarak sağ salim evime döndüm; ama ruhsal olarak yara bere içinde... Bugün ameliyat sürecinde yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum. Ülkemizde kamu ve üniversite hastanelerinin 'parası olana öncelik' modeliyle nasıl bir biyoiktidar aracı haline dönüştüğünü, bu kurumların hem "fırsat" hem "felaket"i nasıl aynı anda ve bir arada yaşatabildiğini anlatacağım sizlere...

Philip Zimbardo 1969’da yaptığı bir deneyle toplumsal düzenin ufacık eylemlerle aniden nasıl parçalanabileceğini göstermeye çalışır. Bunu gerçekleştirebilmek için Zimbardo ve ekibi, iki ayrı caddede aynı model beyaz bir araba bırakır. Arabalar ilk bırakıldığında camları sağlam, lastikleri tam, kapıları kilitlidir. İlk günlerde her iki araç da dokunulmadan durur. Sonraki aşamada araştırma ekibi arabalardan birinin camını kırar. Cam kırıldıktan sonra birkaç saat içinde o araca dair ihlaller hızla artarken diğeri olduğu gibi kalmaya devam eder. Camı parçalanan aracın dikiz aynaları kırılır, kapı kolları sökülür, lastikleri çalınır, koltukları parçalanır, hatta içerisine çöp dahi atılır. Zimbardo bu süreci, “sistemin ilk zarar görmüş parçası onarılmazsa, diğer parçalar da onu izler” prensibiyle açıklar. İşte bu ünlü deney “Kırık Camlar” deneyidir. Bu deneyin bize gösterdiği şey ise küçük kural ihlallerinin, bir cam kırığının, artık her şey mubah algısını körüklediğidir. Bu deneyden çıkartılabilecek iki kritik sonuç vardır ki bunlar önemsenmeyen küçük bozulmaların, suç ve düzensizlik için zemin hazırladığı ve toplumsal düzende ceza ve ödül mekanizmalarının kırılgan olduğu, kurumu ayakta tutan normlar aşındıkça, etik ihlallerinin arttığıdır.

Kısa bir süre önce yaşadığım hastane deneyimim ve sigortalı olmama rağmen alamadığım hizmet bana tam olarak Zimbardo deneyinin işaret ettiği olgunun ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Bu deneyimi yazmanın bir zorunluluk olduğunu düşündüren şey ise, tıpkı Zimbardo’nun arabasında olduğu gibi, onarılmayan kırık camların sağlık sisteminin tüm katmanlarına sirayet etmiş olduğunu görmemdi. Hastanelerde “parası olana öncelik” iktidarı tesis edilmişti ve hiç kimse de bu durumdan artık rahatsız değildi. Üstelik hasta haklarını ihlal etme bir suç olmaktan çıkıp tüm bu suçlar normalleştirilmişti.

Hastaneye ilk gittiğimde, rahmimdeki şüpheli hücrelerin ne olduğunu anlamak için hızla tetkik yapılması gerekmekteydi. Ancak bana verilen PET-CT randevusu tam üç ay sonrasına planlanmıştı. Acilen netleşmesi gereken bir durumda bu süre, suskunca bekleyen bir hasta için kabusun başlangıcı gibidir çünkü kanserden şüphelenilen her dakika, (psikolojik yıkıntıyı bir kenara bırakıyorum ve çok önemli olsa da onu bu sürece dahil etmiyorum) beden için kritik bir zaman dilimidir. Üç aylık bir bekleyiş, hücrelerin yayılma riskini hesaba katmayan bir süreçti ancak tüm bunlar göz ardı edilerek bana “yoğunluk var, üç ay sonrasına yer verebiliriz” denilmekteydi. Suçun ilk kez o anda, bir hastane sekreterinden bana göz kırptığını ve insan yaşamının kurumun doluluk oranı kıstas alınarak değersizleştirdiğini fark ettim. İşin trajik olan kısmı ise 2.000 TL ödeyerek “ertesi gün” tarama hakkı elde edebilmemdi. Görünen o ki sağlık hakkı ticarileştirilerek ciddi bir suç işlenmekteydi. Para ödeyen hastaya öncelik tanınması, sağlığın temel bir hak değil, bedenin alış veriş sistemine dahil edilip bir meta gibi pazara sunulmasıydı. Ertesi sabah bankadan ödemesi yapılan paranın ardından aldığım randevu, bende de o “kırık cam” anını işaretliyordu.

Bekleme salonunda otururken, etrafıma baktığımda gördüğüm şey meta haline dönüşmüş bedenlerini iyileştirme paniğinde olan stres yüklü insanlardı. Stres yüklülerdi çünkü bu insanlar içerisinde, sadece değişim değerini karşılayabilen küçük bir sınıf hızlı bir biçimde sağlık hakkını satın alabiliyordu. Ben de sağlık hakkını satın almış ayrıcalıklı o sınıf içerisindeydim. Ancak yıllardır aldığım etik dersleri vicdanım ile sağlığım arasında nasıl bir seçim yapmam gerektiği konusunda kafamı karıştırıyordu elbette. Çünkü parayı verince hak edilmiş bir iyileşme değil, sisteme yeni bir “suç” eklemiş oluyordum ve hem ben hem de sistem aynı suçun müşterek faili olarak aynı sırada sıralanıyorduk. Aynı zamanda benim için artık doktorun bakışı da bir merhamet ifadesi değil, bir tüccarın müşterisine bakışını andırıyordu. O bekleyiş dönemi boyunca gördüklerim elbette kişisel şeyler değildi; milyonlarca hasta benzer bir deneyim içinde koridorlar arasında sürükleniyordu. “Kırık cam” normalleşiyordu, çünkü sistem kendini onarmaya yanaşmıyor ve bizler de aldığımız kararlarla bunu pekiştirmeye devam ediyorduk.

Histerektomi kararının ardından ameliyat sırası da klasik poliklinik yoluyla ayarlanabilirdi; ancak bekleme süresi yine aylar olacaktı. Bana tavsiye edilense “özel öğretim görevlisi” seçeneği yani SGK’nın karşılamadığı, yalnızca “ek ödeme” yapana sunulan hızlı hizmet, beklemeden para verilerek alınan randevu ve sonra yine beklemeden para verilerek alınan ameliyat günüydü. Camlar kırılmaya, kapı kolları sökülmeye, çöpler atılmaya devam ediyordu kısaca. Tıp fakültesinin saygın isimleri, bu sistemle ikame edilen bir “ek gelir mekanizması” haline gelmişti. Ücretli ayrıcalık, etik açıdan değil de piyasa mantığıyla kodlanmıştı. O an fark ettim ki bu sadece hastanın suçu değil, doktordaki etik erozyonun da bir parçasıydı.

Deneyimim aynı zamanda bana hastane koridorlarının yalnızca ameliyat sedyelerini taşıyan dar geçitler değil, modern devletin “biyopolitik laboratuvarı” olarak işlev gördüğü tezini de hatırlatır nitelikteydi. Foucault, biyopolitikanın nüfusun sağlığını ve üretkenliğini yöneten bir iktidar stratejisi olduğunu söyler. Burada “felaket” ve “fırsat” iç içe geçmektedir. Felaket, hastanın yaşadığı sağlık kriziyken; fırsat, devletin ve kurumun bunu ekonomi yönetimi disipliniyle nasıl bir avantaja çevirdiğidir. Hastane kurumu bana “hızlı tetkik” hakkı tanırken aslında arka planda yapılan bir maliyet–fayda hesabı vardı. Ertesi gün tarama istiyorsan şu kadar ücret ödemeli şu sürede yatak işgal etmeli, bu kadar kaynak tüketmelisin diyen sessiz bir muhasebe çalışmaya devam ediyordu. Burada felaket, acil müdahale gerektiren bir hastalık; fırsat ise “özel muayene” hizmetinin hastaya pazarlanmasıydı. Hastane yönetimi, yoğunluk masraflarını hafifletirken, özel ödeme kanallarından ek gelir elde ediyordu. Sonuçta “felaket” haline gelmiş hücre bölünmesini, “fırsata” dönüştüren bir mekanizma iş başındaydı ve hastanenin içindeki bu biyopolitik mekanizma felaketle fırsatı yan yana getiriyordu. Felaket, benim bozulan sağlığım; fırsat ise bu bozulma üzerinde varlık gösteren kurumsal yapı ve finansal yaklaşımdı. Bedenim kurtarılırken, aynı anda rakamlar arasında kayboluyor, devletin gelir politikasına dönüştürülüyordu. Bu ironik ikilem, sağlıkta biyopolitikanın en çıplak yüzünü gözler önüne seriyordu.

Dolayısıyla sedyeden ameliyat masasına kaydırılırken aslında bedenimde hissettiğim o hafifliğe zihnimde hissettiğim ağırlık eşlik ediyordu. Metal sedye tekerleklerinin koridor zeminine bıraktığı ritmik tıkırtı, adeta sistemin kalın dişlilerinin dönme sesi gibiydi. O anda fark ettim ki, benim “iyileştirilme” hikâyem yalnızca tıbbi bir müdahale değil, devasa bir kurumsal makinenin içinde yükselen sessiz bir çığlık, bastırılmış bir vicdan uyarısıydı çünkü koridorun bir ucunda “özel öğretim görevlisi” farkıyla ilerleyen benim sedyem, diğer ucunda ise sıradan bir hastaya ait ayrı bir sedye vardı. Aralarındaki mesafe, bir insanın hakkı ile parasının gücünü ayıran çizgiydi. “Öncelik” kavramı, cüzdandaki rakamlara göre belirleniyordu ve o maddi soğukluk, benim etrafımı saran duvarların bile ötesinde bir gerçeklikti.

Başlangıçta küçük bir kırık cam gibi duran “randevu parası” ve “özel muayene” uygulaması, hızla tüm yapıyı tek bir suç alanına çeviriyor; küçük ihlaller onarılmadıkça yayılıyor; etik sınırları aşındırıyordu. Benim düşüncelerim sedye tekerleklerinin tıkırtısına karışıyor ve her tekerlek dönüşünde, kurumun paslanmış dişlilerinin sesi koridor duvarlarında yankılanıyordu. İşin kötüsü ise bedenim tamir edilirken ruhum yarı açık bir yara olarak kalıyor, o yara, devlet politikalarının, maliyet hesaplarının ve sınıf ayrıcalıklarının izlerini taşıyordu.

Bu anlamda bu yazı yalnızca bana dair değil, kırık camlar altında ezilen tüm bedenlerin, ötelendiği için güçsüz kalan tüm hikâyelerin sessiz tanıklığıdır. Sedyeden kalktığımda ayağa bastığım zemin ise yalnızca bir hastane koridorunun zemini değil, üzerinde yükseldiğim, ona karıştığım, birlikte suç işleyip suça teşvik ettiğim bir yapının zeminidir. Açıkçası bu arabanın camını ilk kıran kişinin kim olduğunu bilmiyorum. Ancak gerek hasta gerek doktorlar olarak aynı suçu işlemeye devam ettiğini ve suçu içselleştirdiğini görüyorum. Kırık parçaları onarmanın ise hepimizin yani hem para ödeyen bizlerin hem de o parayı alan doktorların sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Elbette beni eleştiren ve bu durumun aslında doktorların çalışma hayatlarındaki düzensizliklerden, eşitsizliklerden kaynaklandığını söyleyen doktorlar olacaktır. Sözümü tekrar etme gereği duyarak diyorum ki camın ilk nerede kırıldığı, nasıl kırıldığı önemli değil, önemli olan onu onarmayı isteyip istemememiz bana kalırsa.